ELİF ÖNER & DERYA YÜCEL
Şubat 2014, İstanbul

“Sanat eseri, yalnızca duvarınıza asacağınız uysal bir obje değildir”

Teknoloji, çağdaş sanata uzun zamandır yön veriyor ve dijital sanat, sanal gerçeklik, aracı mekanlar, internet vb. sanatçıların yeni yaratı ortamları haline geliyor. Günümüzde teknoloji kendi dil yapılarını oluşturdu, sanatçılar ise bu dil yapılarını üretimlerinde kullanabilecekleri yeni biçimler ve yaklaşımlara dönüştürdü. Sanatçılar artık sanat tarihini yazmanın ya da estetik formlar yaratmanın ötesinde, sanal gerçeklik, bilgisayar ekranı ya da web ortamı gibi fiziksel olarak var olmayan mekanların, politik ve ekonomik olarak oynadıkları role odaklanmakta. Sanatçılar, teknolojinin araçları ile yalnızca güncel olanaklar sağladıkları için değil daha çok stratejik pratikleri toplumsal ve kültürel alana uygulama noktasında geliştirebildikleri için ilgilenmekteler.

Elif Öner, video, internet ve yeni medyanın gerçeklik ve kurgu sınırlarını araştıran, müze, arşiv, bellek/hafıza gibi kavramlar üzerine projeler üreten bir sanatçı. Öner, pratiğinde sanal mekanların yarattığı potansiyeli genel olarak sanat sistemi içinde iktidar pozisyonunda olan aktörlere karşı eleştirel bir mesafe olarak kullanıyor. İnternet gerçekliği düşüncesinden yola çıkan ve bir sanat eseri olarak “Müze” kavramının ele alındığı www.museummodern.org, müze/sansür/özel sermaye kavramlarını tartıştığı, kurumların iktidar konumuna yönelik ironik bir eleştiri olan “Histeria” bellek, zaman ve kişisel arşiv üzerine zamana yayılan web tabanlı sürdürülebilir projesi www.historicalfuturemuseum.org Elif Öner’in projelerinden bazıları.


Derya Yücel: İnternet, günümüzde sanatçılar tarafından mekansal ya da kurumsal kısıtlamaların aşılabildiği bir alan olarak görülmekte. Ama diğer yandan ticari kaygılardan ötürü kurumlar tarafından mesafeli yaklaşılan bir mecra. Sen de daha çok fotoğraf, video, internet gibi dijital araçlarla sanat yapıyorsun. Geleneksel bir sanat eğitimi aldın ama üretim araçlarını yeni medyadan yana kullanmayı tercih ettin. Bana göre bu tercih, geleneksel mecraların popüler olduğu bir sanat ortamında yapılabilecek cesur bir seçim.

Elif Öner: Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde eğitim aldım. Resim bölümünü bitirdim ama okul sistemi çoklu medyalara da yer veriyordu. Disiplinler arası araştırmalar yapıyorduk, kavramsal sanat üzerine çalışıyorduk. Kavramsal sanatta bir düşünce üzerinden iş üretmeye başladığımda, işin kendi medyumunu seçmesi üzerine düşündüm. Medyumun kendi dilinin ne söylediği ve onun ne anlama geldiğiyle ilgili düşünüp çalışmaya başladım. Ben video sanatına eğildim ve daha fazla bu alanda çalıştım. Mezun olduktan sonra da aynı üniversitede yüksek lisans eğitimine devam ettim. Tez konum, bir sanat mekanı olarak internetti. 6 ay Erasmus programıyla Berlin’de kaldım.

Bu sürecin bana çok büyük katkısı olduğunu söyleyemem. Zaten mezun olduğum okul Bauhaus ekolüydü ve eğitim anlayışı neredeyse aynıydı. Eğitim olmasa da şehirin kendisi aslında bana birşeyler katmıştı. Mesela sanatçı kimliğinin algısı konusunda. Bizim ülkemizde sanatçı bir ‘şey’ olarak yüceltiliyor. Büyük harfle Sanat bir başka dünya ve her şey onun altında gibi bir algı var. Berlin’de sanatın daha fazla yaşamın içinde olduğunu hissettim. Sokakta olduğunu. Bu kendi içinde doğal bir durum olarak gözleniyordu. İstanbul’dan farkı buydu. Ama bizdeki bu durum “Gezi Parkı” olayları sonrasında biraz değişti.

Derya Yücel: Sanat ve hayatın kesişmesi meselesi. Bunu Gezi Direnişi sırasında beklenmedik bir şekilde yaşadık, gördük. Etkisi çok şeyi değiştirdi haklısın. Türkiye’de çok uzun zaman sanatçı kimliğine atfedilen özellikler yerleşik bir gelenek oluşturmuştu. Dahi sanatçı miti ve sanatın insanüstü, mistik bir yaratım süreci olduğu inancı çok etkili. Özellikle modern sanat tarihimize bağlı geniş bir sanatçı kuşağı bu algıyı korudu. Sanat-hayat kesişmesinde aslında Türkiye’de 1990’lı yıllardan itibaren gelişen bir birikim de söz konusu tabii.

EÖ: Sanatçı inisiyatiflerinin önemli katkıları var ama bunun sürekliliği çok mümkün olmuyor. Sanatçı inisiyatifleri desteklenmedikleri için bir süre sonra dirençlerini kaybediyorlar. İstanbul’da 2000’lerin başından itibaren güçlenen kolektif çalışmalar, çağdaş sanatın gelişmesinde çok önemli oldu. Ya da Gezi sonrasında değişen algının da zemin hazırladığı Kadıköy, Yeldeğirmeni semtindeki Don Kişot işgal evi. Her şeyin iç içe olduğu, sanatçı olan olmayan gibi ayrımların önemsiz olduğu, kendiliğinden oluşan ve kolektif bir şekilde evrilen bir anlayış. İşte benzer yöntemleri ben de Berlin’de görmüş ve etkilenmiştim. Berlin'e gitmeden önce İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin düzenlediği Sarkis sergisi kapsamında yapılan sanatçı atölyesine katıldım.

Sarkis’in 8 genç sanatçıyla yaptığı bu atölye benim için çok aydınlatıcı olmuştu. Yeni üretimler ve tartışmalarla ilerleyen bir atölyeydi. Ben daha öğrenciyken Tarkovsky’nin Stalker’ına referansla bir video yapmıştım. Şehirde başıboş dolaşan köpekleri elimdeki kamerayla takip edip filme aldığım bir çalışmaydı. İz sürücü ve yol gösterici olarak bilinen köpekler, şehirde kaybolmuş birer hayalete dönüşüyorlardı. Sarkis’in de bir Tarkovsky hayranı olduğunu öğrenmiştim ve bu bana heyecan vermişti. Ben de bu atölyede, Sarkis’in de kimi işlerinde referans verdiği ve benim de hayranı olduğum bir sanatçıya, Ermeni asıllı Rus yönetmen Sergiev Parajanov’a referansla bir  iş ürettim.

DY: Hemen hemen aynı dönemde de sanatçı “olma”nın yaşamsal ve pratik güçlüklerinden yola çıktığın ve yerel sanat ortamını müze bağlamından eleştirmeyi seçtiğin bir proje yaptın: www.museummodern.org. Bu sanal müze, sanat-kurum-koleksiyon üçgenindeki karmaşık ilişkileri deşifre ederek alternatif araçlar yaratmayı öneren bir proje olarak izlendi. Aynı zamanda da sanat “izleyici”sini birer “katılımcı”ya dönüştürdün. Bu süreçten bahseder misin?

EÖ: Sarkis’in sergisinin adı, Site’ydi. Yapı olarak siteden bahsediyordu. Bir müzede açılan site sergi olabiliyorsa, internet dilinde sitede neden bir müze sergisi olmasın diye düşündüm. İnternetin özgür sunum alanında bir reelliğe sahip olmak gerekmiyor, sanal gerçeklikte sınırsız bir site oluşturabilirsin. Bu anlamda bir müzeyi sergi olarak konumlandırmaktan yola çıktım. Bir sitenin kendisini sergi-sanat yapmak. Sergiler bölümünde gerçekleştirdiğim bu projeler dışında bilinen güçlü Batı müzelerinin logolarını da koydum, bu logolara tıkladığınızda sizi müzelerin kendi websitelerine yönlendiriyor.

Ama bu sayfalarda herhangi bir alana tıkladığınızda sizi yine ana sayfaya yönlendiren bir kurguda hazırladım. Bir bakıma geçici ve beklenmedik bir bağ kurulmuş oluyordu. O yapının kendisine işaret eden bir hareket yaratmış oldum. Böylece, sanatçı kimliğini onaylayan kurumlar olarak müzenin kendisini de sergilenecek bir nesneye dönüştürdüm. Müzenin kendisi bir sanat eseri olursa ne olur fikrini sorgulamak istedim. Müzedeki ilk projede, sanatçı kime denir, sanatçı nasıl olunur gibi sorularla bir ‘sanatçı stüdyosu’yla açtım müzeyi. 24 saat atölyemi online olarak webcam’de sergiledim. Stüdyomda olduğumu facebook üzerinden duyuruyordum. İzleyicilerle iletişimi sosyal ağlardan kuruyordum. Scype bağlantısıyla izleyicilerle konuşuyordum. ‘Bağlanıcılar’ ben oradayken ya da değilken de mekanı izleyebiliyordu.

DY: Böylece kendini de bir sanat nesnesine çevirdin. Belki de fiziksel olanla nesnesiz olan arasındaki gerilimi de beslemiş oldun, izleyici açısından. Ya da zaman algısı, gerçeklik kavramı gibi. Yerleşik sanat kategorilerini altüst etmede güçlü bir alan açıyor internet. Müze nedir, sanatçı kimdir, sanat ‘eseri’ nasıl işler gibi sorular soruyordu bu çalışma. Bu müzede sanat sistemine dair tanımlar kadar gerçeklik ve zaman algısı da dağılıyordu bence. Ayrıca, online yapılan iş başvuruları, gönderilen cv’lerle de gerçeklik ve temsiliyet meselesini gündeme getiren bu sahte müzede üç proje gerçekleştirdin.

EÖ: Bağımsız bir sanatçıydım ve bir sunum alanı yaratmak üzerine düşündüğüm sırada medium olarak internet buna bir alan açıyordu. Bu fikirler doğrultusunda  'müze' ve 'sanatçı' kavramlarının anlamları üzerinden yapılandırdım ana hatlarıyla müzeyi. Sosyal yaşamda ya da sanat ‘piyasası’ içinde kendine bir alan yaratma, yer açma amaçlıydı. Evet, müze sanaldı, sanatçı stüdyosu da görüntüydü. Fakat ben oradaydım ve orası bir başka kurum tarafından sanatçı stüdyosu olarak isimlendirilmiş bir residency stüdyosuydu 24 saat boyunca canlı olarak izleyebiliyordunuz. Amacı müze olarak görünmekti ve böylelikle yerleşik müze algısının gücünü ve internet dilini sorgulamayı hedefliyordu.

Sanatçılar cv’lerini ya da projelerini gönderdiler. Ya da küratörler bu müze üzerinden ‘gerçekte’ yaptığım işleri sordular. Yani bunun kendisinin bir sanat işi olduğunu kavrayan çok azdı. İnternetin dili çok önemliydi. Ben oradayken insanlar webcam üzerinden diledikleri mekandan online olarak bir sanat projesine katılmış oluyordu. Ve bunun küresel bie platformda paylaşılabilir olması fikri benim için heyecan vericiydi. Müzedeki ikinci sergiyi de Alis’in ‘Aynadan İçeri’ bölümüne referansla oluşturdum. Alis aynadan içeri girer, herşey aynı gibi görünse de birer yansıma halindedir. Ben de bu hissi, internetin algı üzerinde yarattığı etkiyle ilişkilendirdim.

Gerçeklik ve gerçeklik algısının ters yüz olmasını siteyi bir ayna görüntüsüne çevirerek yansıtmak istedim. Müzedeki herşeyi ayna görüntüsünde ters olarak yeniden düzenledim. O zaman biz, yani monitörün/ekranın önündeki biz aynanın içindeydik. Biraz da internet üzerinde doğru bilgi nedir, nasıl ulaşıyoruz gibi sorulara işaret etmek istedim. Bu yüzden bir arama butonu ekledim bu sayfaya. Bu butona tıkladığınızda sizi google’e yönlendiriyordu. Bize sunulan bilgi nedir ve bunları koşulsuz kabullenip doğru mu saymalıyız?

DY: Çağımızdaki bilgi birikimi ve tarih yazımı ile ilişkili okunabilir. Bilginin inşası kim/ler tarafından ve nasıl şekilleniyor. Çok uzun zanan kültür ve sanata dair bilgi müzeler tarafından inşa edilse de 1960 sonrasında sanatçılar tarafından üretilen yoğun müze eleştirisi, sanat sisteminin içine girdiğinde bazı çatlaklar da oluşturdu. Sen de hem gerçek hem de sanal isimlerle oluşturduğun dijital koleksiyon sergisiyle hem sanatçı, kendi sanal müzenin kurucusu, küratörü olarak müze otoritesini eleştirdin. Aslında “Histeria” adlı çalışman müze kavramı ve sermayenin gücünü bozguna uğratmaya yönelik gerçekleşmişti ama süreç belki de beklemediğin bir yönde gelişti. Sanat, kurum, internet, ticaret, hukuk konusunda trajikomik bir olaylar zincirine dönüştü.

EÖ: “Histeria”, 12 sanatçının katıldığı ‘müze içinde müze’ isimli bir sergiye davet almam üzerine gelişti. Bu davetten sonra bu serginin gerçekleşeceği kurum olan Proje 4L Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nin adıyla .com uzantılı bir web sitesi açtım. Aslında yalnızca müzenin web sitesinin bir korsan versiyonunu oluşturmuştum. İçine ne koyacağımı henüz bilmiyordum. Sonrasında “Histeria” kavramı ile bu kurumun tavrını ilişkilendirdim. Çünkü özel bir koleksiyonun kendini müze olarak tanımlaması, sanat ortamında kurum boşluğunu dolduran özel sermayenin ezici tavrı, sanatçıları davet ederken bunu bir lütuf gibi sunması, kamusallıktan bahsederken sanatçıya hiçbir şekilde destek vermeden yalnızca kendi statüsünü güçlendirmesi ve bu sergi projesinin tüm aşamalarında yaşadığımız sıkıntıların, zorlukların bir şekilde anlatılması gerektiğini düşündüm.

Çok yetersiz bir destek gördük, hatta serginin afişi için bile kendi aramızda para toplamak zorunda kalmıştık. Kurumsa mekanlarını açmalarının bile bizim kariyerimize yapacağı etkiyi öne sürüyordu. Elbette yalnızca bu kuruma özel bir tavır değildi tabi, bu şekilde işleyen bir sanat ortamı ve sanat piyasasının hakimiyeti söz konusu ve ben bunu olabilecek en basit şekilde göstermek istedim. Siteye, iktidar ve erk olma konumuna vurgu yapan direkt bir imge olarak penis büyütücü krem reklamı yerleştirdim. Biraz da performatif bir yanı oldu bana göre. Ayrıca bu imajı tıkladığınızda, Türkiye’de sanat ortamının neredeyse hiç desteklenmediğini, sanatçıların hayatlarını idame ettirmek için zor koşullara sahip olduğunu, hatta bunun sözünün bile edilmediğinden bahsettiğim bir metinle karşılaşıyordunuz. Ve imajın yanına da ‘Bu proje zevk veren ürünler sponsorluğunda gerçekleştirilmiştir’ ibaresi koymuştum. Mesaj ve yöntemim son derece açık ve netti bana göre.

Ancak bu bir sansasyon ve saldırı olarak algılandı. Serginin açılacağı gün küratöre bu işi sergilemek istemediklerini bildirmişler. Benimle hiç bir şekilde iletişime geçmemişlerdi. Sonrasında kurum, beni mahkemeye vererek bu sitenin kapatılması yönünde dava açtı. Kurum bu çalışmayı marka değerine saldıran bir  hakaret olarak algılamış, hatta marka ihlali ve ticari haklar üzerinden açtıkları davada daha çok ‘ahlak’a vurgu yapmışlardı. Penis üzerinden yürüdü tartışmalar. Ya da sanat ortamında bazı eleştirilerde olduğu gibi ‘beğeni’ üzerinden. Ama sanat eseri, yalnızca duvarınıza asacağınız uysal bir obje değildir.

Sanatın diğer taraftan bozguncu bir yanı da vardır hatta kendisini bozup yeniden yapılandırmasıyla ilerlemiştir tarih boyunca. ben bunu hem kuruma hem hukukçulara hem de bu sindirilme durumunu kanıksamış ve sanat ortamından beni eleştiren insanlara anlatmaya çalıştım. Uzun bir süreç oldu, sonunda site kapandı. Müze de internet üzerinde var olan bütün uzantıları hemen satın aldı. Yine de kendimi ilk defa bu kadar güçlü hissetmiştim. Sanatın  eleştirme ve dönüştürme gücünü deneyimlemiştim. Türkiye'de sanat yapmaya inancımın azaldığı bir sırada sanat yapmanın eleştirel gücünü ve himaye altına alınıp kontrol edilemeyeceğini görmek umut vericiydi. İş sözünü söylemişti ve bunlar sanat ortamında o süreç boyunca konuşulup tartışılmış oldu. Bu benim için motive edici oldu.

DY: Dediğin gibi, sanat uzun zamandır bu uysallığa karşı bir eleştiri üretiyor. Özellikle kurumların bunu öğrenmiş olması gerekiyor. Ama sanat ortamında kabullenilen ılımlı eleştirellik ya da eleştirinin ehlileştirilmesi meselesi ötesinde, senin de vurgu yaptığın gibi özellikle internet, yeni medya ve bağımsız duruş sanatçı için bir özgürlük alanı oluşturuyor. Bu projen, Türkiye sanat ortamında sanatçı haklarının görmezden gelinmesi, sanatçı taleplerinin reddedilmesi, devlet ve kamu desteğinin sözkonusu olmadığı, yalnızca özel sermaye ve sponsorluk çatısında varlığını sürdüren çağdaş sanat ortamında “kurum”ların iktidar konumuna yönelik bir eleştiriydi. Çünkü, müzeler, yalnızca farklı nesnelerin toplandığı bir repertuvar değil, farklı yaklaşımların ya da bakış açılarının toplandığı bir arşivdir de. Bu anlamda müzeler arşivlerine kattıklarıyla da, arşivlerinden attıklarıyla da belirli sınırlar çizmişlerdir. Sen de bir bakıma kendi kişisel tarih, bellek ve anlatılarınla bir arşiv yapılandırıyorsun. Arşiv kavramı nasıl gelişti?

EÖ: Arşiv ve arşivin taşıdığı bilgi çalışmalarımda hep vardı müze ismini bu yüzden sıkça çalışmalarımda kullandım. Onun dışında bir gün eskicide Ediz Hun (eski Türk sineması oyuncusu)’nun kimlik kartını buldum. Yüzlerce eski kimliğin içinden elime o geçmişti. Absürd bir durumdu. Neden şimdi, burada benim elime bu kimlik geçmişti. Aslında daha önceleri ilgilendiğim talan kültürüyle ilişkilendirdim. Bizim toplumumuzun geçmişinde de varolan bir durumdu talan etme. Ben de eskicilerin bir mekandan, kurumdan veya evlerden, kişisel anıları taşıyan objeleri alıp satmalarını talan kültürüyle iç içe geçirdim.

İstanbul’un, toplumun, kimliklerin hatta kültürlerin talan edilmesi ve dönüşümü üzerine küçük birer prototip gibiydi bu mekanların çoğu ve eşyaların alınıp satılmasıyla olan bu işleyiş biçimi üzerinden İstanbul'un dönüşümünü, kişisel anı ve bellek üzerine yoğunlaşan projeyi hazırlamaya başladım. Bunun için İstanbul’da eskicileri gezerek kişisel kimlik kartları topladım, özellikle gayrımüslimlerin, Rumların, Ermenilerin kimliklerinin, fotoğraflarının peşine düştüm. Eskicilerle video röportajlar yaptım, 300’e yakın nesne fotoğrafını Orhan Cem Çetin fotoğrafladı. Bu eşyalar, talan edilen olası evlerden çıkmış talanın imgeleri olan objelerdi benim için. Bir yandan bu biriktirme ölüm ile ilişkiliydi, diğer yandan geçmişi, hayatı elinde tutma çabası gibiydi.

Ben aslen İstanbul’lu değilim, annem Almanya’dan babam Maraş’tan gelmiş mesela, kendimi sürekli olarak bir yere ait görmüyorum, çok fazla taşınırım örneğin, köksüz biriyim. Ailem, akrabalarım da yok bu şehirde, ya da çocukluğumun geçtiği bir mahalle yok. Bu kimlikleri, nesneleri, fotoğrafları biriktirmeye devam ettikçe bu bağları edinmeye çalıştığımı hissettim. Böylelikle, nesneler aracılığıyla hikayeleri, öyküleri, kimlikleri sahiplendiğimi farkettim. Öğretilmiş öyküler, yok edilmiş bir tarih üzerine, geçmişi unutmanın kurgulandığı bir kültürde ben nasıl kök salabilirim ve bunun için nasıl çabalarım ve bunu neden istiyoruz diye düşündüm.

DY: “Hikayenin Yarısını Siz Zaten Biliyorsunuz” başlıklı serginde, Art Sümer’de bu yıl izlenmişti. Gösterilenler üzerinden, yani yarım kalmış ya da sonlanmış öyküler üzerinden bir şey anlatıyordun. Gösterdiğin şey hikayenin yarısıydı. Eski bir fotoğrafın arka yüzündeki notu görebiliyorduk, ya da fotoğraftaki silik bir yüzün yanında kimlik bilgilerini okuyabiliyordum. Ama her bir nesnede bir boşluk, yarım kalan birşeyler vardı. Eski ile, geçmiş ile kurulan bağ, biriktirme, arşiv, neyi neden biriktirip arşivlediğimiz sorularıyla da uğraşıyorsun. Her bir nesne, seçilen her bir obje aslında kimliğimizin bir göstergesiyken aynı zamanda nesnelerin birikmesiyle de değişen kimliklerimiz üzerine bir çalışmaydı.

Diğer yandan görsel bir hafıza oluşturmuş oluyordun. Varolan bir arşivden senin seçkin sonucunda ortaya çıkan bir hikaye. Kendi köklerini arayıştan yola çıkıp şehirle, toplumla, kültürle kurduğun bağları görselleştirdiğin bir seçki diyebiliriz. Örneğin, Ibraaz ile işbirliğinde gerçekleştirdiğin www.historicalfuturemuseum.org adlı proje. Hollandalı sanatçı Vincent Rozenberg ile birlikte her gün çektiğiniz bir fotoğrafı siteye yüklüyorsunuz. Bir yıla yayılacak bu proje ilk bakışta kişisel bir günlük gibi izlenirken aynı zamanda da o güne, o kente dair bir hikayeyi, bir hafızayı da ele veriyor. Aynı zamanda sanat pratiği, gündelik yaşam ve tarih arasındaki arşiv ilişkilerini de.

EÖ: Evet, son dönemde hafıza biriktirmek, anı biriktirmek, anımsama gibi durumları görsel bir hikaye formunda ortaya çıkarmakla ilgileniyorum. Ve bunların 'aslında' neyi temsil ettikleri, edebilecekleri ve anlamları üzerine çalışıyorum. Aslında Vincent ile üzerinde çalıştığımız bu proje de bu algının devamı niteliğinde diyebilirim. Vincent Hollanda’da yaşıyordu ve biz her gün birbirimize kendi çektiğimiz fotoğrafları yolluyorduk. Günün fotoğrafı ifadesiyle birbirimizle paylaşıyorduk. Fotoğraf, arşiv, bellek kavramları üzerine düşünürken çektiğim fotoğraflarda kadrajın bir köşesinde tarihi de belirtmeye karar verdim. Biliyoruz ki tarihleri bireyler yazıyor, fotoğraf da kişisel tarihlerin yazıldığı bir araç işlevi görüyor. Ben tarihin yazılamayacağını, en azından objektif olarak bir tarih yazımının mümkün olmayacağını düşünüyorum.

Dünü bugünden algılayabiliriz yalnızca, bugünden bakarak yorumlayabiliriz belki. “Müze”yi de kültürü ve nesneleri arşivleyerek tarihi koruyan belki de kuran bir yapı olarak düşündüm. Bu nedenle adı “geçmiş-gelecek” müzesi oldu. Şimdi'yi kelime olarak kullanmayarak zaten şimdiye işaret edecekti böylece. Sonrasında www.historicalfuturemuseum.org’u kurduk. Emir Kusturica'nın Otac na sluzbenom putu isimli  film repliğinden aklımda kalan bir cümle vardı. Filmdeki baba karakteri iki ülke arasındaki bir sınıra gidiyor, asker geçemezsin diyor, adam ama dün geçmiştim diyor. Asker de “dün dündür bugün bugün” diye cevap veriyor. Biz de Vincent ile fotoğrafları birbirimize yollarken de aramızda sürekli olarak kullandığımız bu cümleyi bir yıl sürecek olan bu internet sergimize isim olarak verdik. Sergi, 1 Kasım 2013’de başladı. Her gün için ikimiz de birer fotoğraf karesi yüklüyoruz. Benim çektiğim fotoğraflarda tarih oluyor. İki fotoğraf yan yana görülüyor.

Ve her geçen günün fotoğrafı da yesterday butonuna tıkladığınızda izlenebiliyor. Ben ilk günlerde çektiğim fotoğrafları bir camın arkasına koyarak boya ile müdahalelerde bulundum bu şekilde müdahale edilmiş imajlar olarak müzeye koydum. Aslında oluşan bu katmanlar gerçek ve tarihle olan ilişkiye gönderme yapıyordu. Arşiv, bilgi ve tarih gibi kavramların tartışmalı yapısına gönderme yapacak şekilde bir süreç planladık. Geçmişte kalan fotoğrafların netliği giderek azalıyor. Bu çok yavaş bir şekilde ilerler görünse de serginin 365. gününde ilk fotoğraflarımız tamamen yok olacak şekilde program kodu oluşturduk. Silinen bir hafıza gibi çeşitli toplumsal meseleye de atıfta bulunmak istedik. Yaşadığımız anda, tarihle olan konumumuza işaret etmek istedik.

DY: Yitirilen bir bellek, arşiv-müze ilişkisi ve coğrafi, kültürel kodların sindiği tarihler. Diğer yandan facebook sayfalarıyla oluşan milyonlarca kişisel günlük, bireysel tarih yazımı da izliyoruz. Ancak, senin de işaret ettiğin gibi, gerçeklikle olan ilişkinin sorgulanması, gündelik yaşamda kurgu ve gerçeğin birbiri içinde erimesi sözkonusu. Senin projelerinde de hissedilen ve senin de vurguladığın meselelerden biri değil mi gerçek-kurgu ve hafıza-arşiv ilişkisi…

EÖ: Benim yapmaya çalıştığım yanılsama yaratmaktan çok, yanılsamanın kendisine vurgu yapmak. Gerçeklik çok basit ve bir o kadar karışık, değişken bir algılayış biçimi, netliği yok, sık sık her şey yer değiştiriyor, içiçe geçiyor. Bu içiçe geçmelerle ortaya absürd durumlar çıkıyor, işte tam da bu noktada gerçek-kurgu ilişkisi yapılanıyor ve kendini hafıza-tarih üzerinden tanımlıyor.  Benim çalışmalarım da bu kesişen noktalarda  dönüp duruyor diyebilirim. İnternet ortamından aldığım imgeler üzerinde kurguladığım yeni gerçekliklerde olduğu gibi aslında. Ya da son dönemde üzerinde düşündüğüm yeni projemde de gerçek ve kurgu arasındaki sınırlarla ilgileniyorum.

Yakın bir zamanda Ege’de küçük bir şehir olan Balıkesir’e gittim. Eski bir evde kalmıştım. Evin ilginç özellikleri dikkatimi çekmişti. Kapısı, pencereleri ağır demirle kapalıydı. Orada yaşayan insanlarla konuşup evin hikayesini öğrendim. Jale isimli bir kadınla ilgili dramatik bir hikayeydi. Jale bir denizciye aşık oluyor, birlikte oluyor, adam bir gün geri döneceğine söz verip gidiyor ve bir daha geri dönmüyor. Jale bekliyor, bekliyor ve sonunda hastalanıyor, evine gelen her erkeği sevdiği adam sanıyor. Ben de bu hikayeden yola çıktığım bir “kadın” hikayesini anlatacağım interaktif bir net projesi hazırlamaya başladım şimdilerde. İmajlar, fotoğraflar ve metinlerle oluşturacağım farklı seçeneklerde izleyici, kendi iradesiyle seçimler yaparak kurgu içinde ilerleyecek. Bunların bir sonu yok, bir sonuca bağlanmıyor ama seçimlerle oluşan bir yol ortaya çıkmış oluyor. Boşlukları doldurma ya da boşluklar yaratma hali gibi. Gerçekliğe ne kadar dokunuyoruz ya da ne kadarını yitiriyoruz? Kesişen hikayeler, kimlikler bizi nasıl şekillendiriyor? Bütün ağlar da böyle işlemiyor mu zaten?