SELİM BİRSEL & DERYA YÜCEL
Nisan 2013, İstanbul

Ankara M1886’da ‘Gece’, Depo’da ‘Tetikte’, Egeran Gallery’de ‘Adım Adım’ başlıklı kişisel sergileri ve Arter’de ‘Haset, Husumet, Rezalet’ kapsamında ‘Arka Bahçede Yetiştirilir’ isimli çalışması, Kuad Galeri’de lansmanı yapılan ‘Haberler / İzlenimler’ sanatçı kitabı ile Selim Birsel’i eş zamanlı olarak farklı mekanlarda izleme şansı yakaladık. Sanatçıya göre ‘sergi isimlerini yan yana getirerek farklı kombinasyonlarda cümleler oluşturabiliyor olmanız’ tesadüf değil.


Derya Yücel: Günümüz sanatını, bir bakıma modern metropolün eseri olarak da okumak mümkün. Özellikle kente odaklanan her sanatçının kılığına girmek zorunda olduğu bir kent gezgini, bir kent kâşifi olarak ‘flâneur’ profilinden yola çıkmak isterim. Sizin çalışmalarınıza sızmış olan ‘flâneur’, geçmişten farklı olarak kentlerin bilindik temsillerini ortaya çıkarmakla uğraşmıyor, bizzat bu seyahatlerin kendisini bir sanat deneyimi, bir ‘performans’ haline getiriyor. Selim Birsel, kendine özgü duyarlılığıyla kişisel bir kent hafızası, yeni keşif haritaları oluşturuyor diyebilir miyiz?

Selim Birsel: Depo’da ‘Tetikte’ başlıklı solo sergimde, aslında eşzamanlı gerçekleşen bu dört serginin sürecinden bahseden bir oda yarattım. Bu odanın adı: ‘Cabinet de Flaneure the Rhizome’. Türkçeye ‘köksap aylak dolaşım kabinesi’ olarak çevirebiliriz. Bu kabinede okuduğum kitaplar, seyahat ettiğim şehirlerde bulduğum nesneler, dokümanlar, yaptığım araştırmalar, çizimler ve desenler vardı. Ayrıca mekanın bir katında Jean Genet’in ‘Paravanlar’ kitabından yola çıkarak gerçekleştirdiğim ve Lübnan’dan getirdiğim perdelerle kapladığım paravanlarla oluşturduğum bir labirent de vardı. Kullanım alanları, tarihi, mitoloji ile ilişkisi ya da sanat tarihsel referanslarının ötesinde bir ‘ağ’ metaforu olarak labirent fikrini ele aldım. Bu, bir giriş ve çıkışı olmayan dolayısıyla başlangıcı ve sonu olmayan bir köksap, bir ağ olarak labirent düşüncesinden gelişti. Davet edildiğim tüm projelerde yerinde ürettiğim, bulunduğum şehirde geçirdiğim zamandan izler taşıyan ve o kente ait belleği bir noktadan yakalayan işlere yöneliyorum. Evet, aslında nesnelerle bir alıp veremediğim var ve gezindiğim şehirlerde bazen planlı bazen rastlantısal olarak peşine düştüğün buluntu nesneler biriktiriyorum. Ama yalnızca nesneler biriktirmiyorum, şehirleri keşfederken insanlarla konuşuyorum, fotoğraf çekiyorum, bilgiler topluyorum, Spinoza’nın dediği gibi hareket etmek düşünmeyi sağlıyor ve bende de yürümek, hareket etmek, keşfetmek, seyahat etmekle ortaya çıkan düşünceler birbirini besleyerek genişliyor.

DY: Rodin ve Giacometti’nin ‘yürüye adam’ları, Richard Long’un yürüyüşleri, Haim Steinbach’ın gündelik buluntu nesneleri gibi uzayıp gidebilecek sanat tarihsel referanslar da bu düşünceyi destekleyen örnekler aslında. Günümüz sanatçısını da tarif eden en belirgin tanım da bu değil mi zaten ‘hareket halinde şekillenen bir bilincin üretimi’... Sizin pratiğiniz de bu yaklaşıma karşılık geliyor. Ayrıca Ray Johnson’ın ‘posta sanatı’ gibi yaratıcı iletişimde özel bir alan yarattığınız ‘Haberler / İzlenimler’den de biraz bahseder misiniz? Kuad Galeri’de lansmanı yapılan, imzalanmış ve sınırlı sayıda üretilmiş olarak paylaşıma açtığınız kitap projeniz.

SB: Sanatsal pratiğimin birden bire farklı bir dönemeç aldığı nokta Lübnan deneyimim oldu. 2008 Ağustos’unda davet edildiğim ‘Triangle Art Workshop” sürecinde çok uzun aradan sonra tekrar fotoğraf çekmeye başladım. 18.08.2008 tarihinde ilk fotoğrafımı yollamam da ‘Haberler, İzlenimler’ isimli kitap projemin çıkış noktasını oluşturdu. Sonrasında her seyahatimde gittiğim yerlerde her gün için bir fotoğraf çekmeye ve her günün sonunda çektiğim bu fotoğrafı internet üzerinden oluşturduğum bir grupla paylaşmaya başladım. Kitap, bu fotoğraf ve notlarımdan bir kesit olarak bana ait haber ve izlenimlerimi paylaşıyor. Aslında bu dönemde ne kadar fazla ‘Batı’ bilgisine vakıf olduğumuz dikkatimi çekti. Lübnan sürecinde bunu daha derin hissettim. Sonrasında hem Türkiye’nin Doğu’su hem de Kıbrıs, Bahreyn, Mısır gibi yolculuklarım eskisine oranla ters yönde bir eğilim göstermeye başladı. Lübnan dönemi çoktandır ertelediğim bir kendime dönüş süreci de olmuştu benim için. Orada kaldığım sürede bahçıvanlık yaptım, bana gösterilen bir  bahçe ile günlerce uğraştım, kazdım, temizledim, deştim... Bu uğraşım ve sonuçları Depo’da izlenen ‘Embedded/ Gömülmüş’ isimli video çalışmayı ortaya çıkardı.

DY: Öznel bağlamda içe dönüş süreciniz, sosyolojik boyutun ertelendiği ve yerine kişisel bir bellek arkeolojisinin başladığı bir dönemin habercisi diyebilir miyiz?

SB: Öznel bir süreç içinden yine toplumsal bağlama dair bir yöntem diyebiliriz. Uzun süredir Botanikle ilgiliyim. Yalnızca bitki yetiştirmek değil, bitkilerin, tohumların seyahati, bu değişimin farklı coğrafyaların mutfak kültürüne etkisi. Bu göç, insanlar arası ilişkileri de etkileyen kültürler arası bir bağ yaratıyor, ortak bir bağ oluşturuyor. Kültürel bir gösterge. Lübnan’da bahçe ile uğraşırken zaten bu düşünceler hep vardı ama bir de bahçede yaptığım şey bir tür temizlikti, bir arınma. Diğer yandan bir arkeoloji yapmaya da başladım, evet. Bir gün toprağı kazarken 1954 tarihli ‘For General El Cehap’ yazılı bir plaka buldum. Öğrendim ki Cehap Lübnan’ın iç savaşı öncesinde toplumu bir arada tutan önemli bir lidermiş. 1973 yılında ölümünden bir yıl sonra da savaş başlamış zaten. Bir şekilde şehrin hafızasını topraktan bulmuş ve bir tür arkeoloji içine girmiş oldum. Ayrıca kendi sanat pratiğimde üzerine sözler söylediğim savaş nesnesi, savaş unsurları, militarizm gibi olguların nihai amacı ya toprak kazanmak ya da topraktan çıkabilecek olan bir şeye sahip olmak değil mi? Elbette burada bir tarih de söz konusu oluyor. Coğrafyanın tarihi, topografyası, kültürü kısaca bilgisine olan yabancılık hissinin belirmesi söz konusuydu. Ama bu farkındalığı klasik bir şarkiyatçılık olarak algılamak hata olur. Batıya doğru gelişen arkeoloji tekrar kökenlerine geri dönme ihtiyacı hissetmiş diyebiliriz. Doğu’ya doğru işleyen bir kazıya başlamıştım.

DY: Bir koleksiyoncu olarak sanatçı tavrınıza ve konuştuğumuz bu dört ayrı serginin kesişme noktası olarak yine ‘Kabine’ meselesine gelmek isterim. Benjamin, nadire kabinelerini oluşturanların, kendilerini toplu deneyimin soyutluğundan koruduklarını yazar. Çünkü, koleksiyoncu gösterenleri seçtiği sürece nihai gösterilen de ancak kendisidir. Bu anlamda, hem Arter’de izlenen ‘Arka Bahçede Yetiştirilir’ isimli çok katmanlı enstalasyon, hem de Egeran Gallery’de gördüğümüz ‘Adım Adım’ isimli serginizdeki fotoğraf ve heykel çalışmaları... Her ne kadar toplumsal söylemde gezinse de sizin öznelliğinizi hatta mahremiyetinizi temsil ettiğini düşünüyorum.

SB: Yaşamımda süregiden bir durumun sonuçları diyebilirim. 1999’da İstanbul’a geldiğimde atölyesi olmayan bir sanatçı olarak, eşimle evimizin bir bölümünü kendimize göre bir ‘Cabinet’ haline getirdik ve gerçekleştirdiğim çoğu proje bu alanda oluştu. Ankara m1886’daki ‘Gece’ başlıklı kişisel sergimde izlenen çalışmalarda da olduğu gibi ben resimlerimi de ‘Cabinet’mde ki gölgeme çekildiğim geceler üretiyorum. Oğlum Ege’nin bir gün dediği “gece en büyük gölge” cümlesinden yola çıktığım bir başlığın altında sergilenen bu resimler, son dört yıla yayılan kesintili bir süreç içerisinde ortaya çıktılar. Kesintili diyorum ama ben aslında hep resim yaparım. Çünkü, herşeyden önce resim yapmayı, düşünmemi, projelerimin oluşumunu sağlayan bir eylem olarak görürüm. Aslında her yeni işime de bir resimle başlarım ve her ne kadar farklı mecralarda ortaya çıkacak bir iş olsa bile resimsel bir düşünme çerçevesinden bakmayı tercih ederim.

2009’da Galeri Apel’deki sergim kapsamında çıkan ‘Arka Bahçe’ kitabında da anlattığım gibi ‘Cabinet’ meselesinin çıkış noktasını oluşturan bu dönemde küçük çalışma masamda nesneler, notlar, malzemeler biriktikçe birikti. Bir süre sonra bunları bir araya getirip düzenlediğim mekanlar sergi alanları ve galeriler oldu. Dolayısıyla sergi mekanlarını bir sanatçı atölyesine dönüştürdüm. Malzemeler, mekanı göz önüne alarak birleştirdiğim, anlamları yerinde kurduğum cümleler haline geliyor. Evet, riskli ama zaten kafamda kurgulanmış biçimde canlanan bir düzenlemeyi, mekanda yeniden yeniden düşünmeyi tercih ediyorum. Arter’deki düzenlemem de bu şekilde oluştu. Bir bakıma yeniden yorum, bir introspektif.

Tüm bu deneyimden süzülen birikimden de Egeran Galeri’de izlenen enstalasyon ortaya çıktı. Beş adet birbirinden ayrı ince platformlar üzerine yerleşmiş, gövdelerinden kopuk, bacaklarından kesilmiş ayaklar. Lastik papuçlu koşan bir çocuk, bir asker, bir kadın ve bir tane de takım elbiseli/makosenli bir figür. Bir toplum protatipi gibi düşünün. ‘Ampüte’ dememin sebebi Kıbrıs toplumunun çok uzun zaman eksilmiş haline bir referans taşıyor. Ama diğer yandan kelimenin düz anlamıyla uzuvların eksilmesinin tersine bu başlık, bacakların kalıp ana gövdenin kaybedilmiş olduğu bir duruma işaret ediyor.

DY: Sergilerinizi birbirine bağlayan bir diğer dikkat çekici nokta da isimleri. Sergi başlıklarının yerlerini değiştirerek yapabileceğiniz kombinasyonlar mevcut ve her seferinde öz anlamını koruyan ama her seferinde de yeni cümleler yaratabileceğiniz bir oyun da kuruyorsunuz. Birbirine bulaşan, birbirini besleyen ve yan yana gelen cümleler bunlar.
 
SB: Evet, tümü birbirini bütünlüyor, bir vücut oluşturuyorlar. Bazen yeni uzuvlar ekleniyor bazen eksiliyor, bazen birbirine karışıyor. Genel anlamda benim üretimlerimi tamamen birbirinden ayırmak zor geliyor bana. Sergi alanını tüm düşünce, imge ve nesnelerin buluştuğu bir oyun alanı haline getirmekle de ilgileniyorum. Yalnızca benim için değil, sergiye gelen izleyicilerin de benim kurduğum bu oyunların bir parçası olabilmelerini istiyorum. Bu nedenle bazen interaktif çalışmalar da olabiliyor, Sergiye gelen izleyicilerin Depo’daki ‘Göbek Bağı’na dokunarak ilerleyebilmesi, paravanlar içinde kaybolmala veya Arter’deki sıraya oturabilmeleri ya da tebeşiri alıp karatahtaya birşeyler çizebilmeleri... İzleyiciyi aktif olarak serginin bir parçası haline getirebilmeyi önemsiyorum.